FELSEFE, BİLİM ve DİN

KOPERNİK DEVRİMİ
EVRİM TEORİSİ
MADALYONUN DİĞER YÜZÜ
SONUÇ

Felsefe doğruyu bulmaya çabalaya dursun, zaman durmuyor ve yaşam binlerce yıldır aralık vermeden değişime uğruyor. İnsanlar çok değişik açılardan düşünüp çok değişik kararlar verebiliyorlar. Bilinçli veya bilinçsiz insanlık bir tarafa doğru gidiyor. Yöneldiğimiz taraf doğru olanı mı bilinmez ancak bu yönü seçerken kabullendiğimiz veya kullandığımız bir kaç önemli öğreti var ki bunların yaşamımıza yaptığı etki tartışılamaz. Bu öğretilerin en önemlileri, kuşkusuz Felsefe, Bilim ve Din.Peki, bunlar arasındaki etkileşim ne zaman başlamıştır? Bu soruyu kesin çizgilerle yanıtlamak güçtür, ancak bilinen şu ki Din, Bilimden önce varolmuştur. Bilim ise yeni doğan küçük kardeş gibi Dinin değişmesine, bir anlamda kendisine çeki düzen vermesine yol açmıştır. “Bu etkileşimin hız kazanması ,büyük çapta, Kopernik Devrimi ile olmuştur” diyebiliriz. Konumuz olan bu etkileşimi anlatırken ülkemiz ve kültürümüz açısından, daha çok dış dünyadan örnekler vermeye çalışacağım. Bu yüzden, genel olarak, konumuza uygun örneklerin bol olduğu Ortaçağ Avrupası’nı konu edineceğim.

KOPERNİK DEVRİMİ

Aslen Eski Yunan’da daha önceden ortaya atılmış olsa da 16. yy.da büyük bir yenilik olarak görülen; dünyanın, evrenin merkezinde durmadığını, güneşin etrafında döndüğünü söyleyen Kopernik Kuramı, görüşlerini çok ılımlı yayan Kopernik’in, sonradan Galilei’nin daha bilinçsiz ve gözüpekçe bir çıkış yapmasıyla, suçlu bulunmasına yol açmıştır. Bu kuramın tek etkisi tabii ki Kopernik üzerinde olmamıştır. Sonraki yıllarda gökbilimin gelişmesi sonucu evrenin ve sisteminin büyüklüğünü anlayan insanların bir bölümü, evrenin amacının belki de küçücük bir dünyada yaşayan biz insanlar olmadığımızı şüpheyle “düşünmeye” başlamıştır. Hatta, son demlerini süren büyük kendini beğenmişliğimiz, “evrenin amacı biz değilsek hiç bir amacı yoktur belki de” diye fısıldamıştır. Bu kuram böylece birçok sonuçlarıyla dinin temelinin sarsılmasına neden olmuştur.

Kopernik’ten sonra ondan daha hızlı bir çıkış yapan Galilei’nin düşünceleri de Din ile Bilim arasındaki etkileşimin hızının kesilmemesine, aksine, artmasına yol açmıştır. Aristoteles’ten Galilei’ye değin geçen iki bin yıl boyunca, tek kişi, Aristoteles’in düşen cisimlerin hızının ağırlıklarıyla doğru orantılı olduğunu söyleyen yasalarının doğruluğunu sınamayı düşünmemiştir. Oysa Galilei bunun aksini kanıtlamıştır.

Bununla yetinmeyip teleskopuyla bir çok kabulü çürüten Galilei, güneşte lekelerin bulunduğunu öne sürmüştür ki, bu da Tanrının yarattıklarında eksik bulma çabası olarak tanımlanmıştır. Nasıl Kopernik’ten sonra kafalarda soru işaretleri oluşmuş, evrenin amaçsızlığı düşünülmeye başlanılmışsa, Galilei’den sonra da Tanrının hiç bir şeyi boşuna yaratmayacağını düşünenlerin, diğer gezegenlerde de yaşayanların bulunduğuna inanmaları gerekmiştir.( Peki, diğer gezegenlerde muhtemelen yaşayan bu varlıkların yaratılış amacı nedir? ) Bu düşünce de, diğer gezegenlerde yaşayanların da Nuh’un soyundan gelip gelmedikleri ya da İsa’nın onları da kurtarmış olup olmadığı gibi, tanrıbilimcileri rahatsız edecek, dini sorgulayan düşüncelerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Sonuç olarak bazı tanrıbilimciler söylediklerine “çeki düzen” verip kutsal kitaplarından aldıkları sözlerle bu gibi tehlikeli sorulara cevaplar vermeye çalışmışlardır. Bütün bu gelişmelerden sonra Galilei, Engizisyona “düşünmemeye” dair söz vermek zorunda kalmıştır:

“ Güneş’in merkez ve hareketsiz olduğu yanlış fikrini tamamen bırakıyor ve Kutsal Büro tarafından herhangi bir biçimde adı geçen doktrini tutmak, savunmak ya da öğretmekten yasaklanmış olduğum için .......... zikredilen hataları ve “batıl” fikirleri ve genel olarak Kutsal Kiliseye karşı olan bütün hataları ve sapık mezhepleri yeminle inkar ediyor, lanetliyor ve nefret ediyorum...” Galileo GALİLEİ

(Bu noktada unutmamalıyız ki Bruno düşünceleri yüzünden yakılalı yalnızca onaltı yıl olmuştu). Kilise ayrıca denetimindeki bütün bilginler ile eğitim kurumlarının Kopernik Sistemi’ni öğretmelerini yasaklamış, yerin döndüğünü söylemek 1835 yılına kadar baş yasaklardan sayılmıştır.

Galilei’ye karşı belki belli konularda ezici bir zafer kazanmış olan tanrıbilimciler, bu gibi konulara büyük bir kesinlikle karşı koymanın kendileri için pek iyi olmayacağını anlamışlardır ancak bilgisizliği Bilime karşı kışkırtmaya da son hızla devam etmişlerdir. Bu çabanın bir göstergesi de Papa 3. Calixtus’un dualara “Türkler ile kuyrukluyıldızlardan koru bizi ulu Tanrım” şeklinde bir ek yaptırmasıdır. Bunun nedeniyse Türklerin İstanbul’u almalarının Batı’da yarattığı endişe ve (dinsizler (bilim adamları?) kuyrukluyıldızın doğal etkenlerden ileri geldiğini söylese de) Tanrının bir kuyrukluyıldızı kesin bir felaketin belirtisi olarak yarattığının “bilinmesiydi”(?). Bu konudaki ilginç bir uygulama da katolik üniversitelerinde gökbilim profesörlerinin kuyrukluyıldızlarla ilgili bilimsel görüşle hiç uzlaşmayacak bir yeminden sonra işe başlamalarıydı.

Bilimin yardımıyla kuyrukluyıldızın doğal yasaların konusu olduğu, atmosferde ortaya çıkmadıkları kanıtlanınca tanrıbilimciler, uğursuzluk belirtisi olarak volkanlarla ve depremlerle uğraşmaya başlamışlardır. (sayfa başına dön)

EVRİM TEORİSİ

Dinsel düşünceyi çok büyük boyutlarda etkileyen bir konu da Evrim Teorisi’dir. Evrim Teorisi gökbilimle başlamışsa da yerbilim ile biyoloji açılarından daha büyük bir önem kazanmış, ayrıca Kopernik Sistemi’nden sonra gökbilimin karşısına dikilen ve nispeten daha dirençli tanrıbilimsel önyargılarla savaşmak zorunda kalmıştır. Evrim Teorisi konusuna girmeden önce sanırım tanrıbilimcilerin evrenle ilgili görüşlerini hatırlamamız gerekir.

Tanrıbilimcilere göre: Tanrı, Adem ile Havva’ya belli bir ağacın meyvesini yememelerini söyler ancak onlar dinlemeyip yerler. Bunun üzerine Tanrı onların ve kendi soylarından geleceklerin bütünüyle birlikte ölümlü olmalarını, en uzak torunlarının bile cehennemde sonsuz ceza çekmelerini emreder. Adem günahı işler işlemez, hayvanlar birbirlerini avlamaya, dikenler göğermeye başlar, (inanca göre bu ceza başlamadan önce bunlar olmamaktaydı) birbirlerinden ayrı mevsimler ortaya çıkar, toprak lanetlenir ve ağır bir emek karşılığı olmadıkça insanoğluna biç bir şey vermemesi emredilir. İnsanlar daha sonra öyle azarlar ki Tanrı, Nuh ile üç oğlu ve karılarından başka hepsini büyük selde boğar. Bu cezalardan sonra gerçi uslandıkları sanılmamaktadır ancak Tanrı artık başka bir evrensel felaket göndermeyeceğine söz verir sadece ara sıra yaptığı su baskınlarıyla, depremlerle yetinir.( Tanrının önce cezalandırıp sonra ilginç bir şekilde affetme yoluna gitmesinin bu öğretide yer almasının sebebi, Yahudilik ve Hristiyanlık’ın kaynaşmasından kaynaklanmaktadır. Bildiğimiz gibi Yahudilikte daha çok Tanrının cezalandırıcılığı vurgulanırken Hıristiyanlık’ta bağışlayıcılığı ön plana çıkmıştır..)

Bunlar doğrudan kutsal kitapta yer alan ya da ondakilerden tümdengelimle çıkarılan kesin gerçekler olarak benimseniyorlardı. Yaratılış gününün Cuma olduğu da biliniyordu tabii, çünkü Tanrı Cumartesi günü dinlenmişti. Yaratılışın altı gün sürdüğünden de çoğu kişi emindi.

İşte bu öğretiler Evrim Teorisi’nden sonra tutunabilmek için yeniden şekillendirilmek zorunda kalacaklardır. Newton’dan sonra 18. yy.ın özel inanç biçimi yeniden şekillenecektir. Buna göre Tanrı, temel yasalar da koymuş, yaptığı kurallarla da gelecekteki bütün olayları kendisinin bir daha araya girmesini gerektirmeyecek biçimde belirlemiştir. (Tabii bu düşünce de tanrıbilimcilerin bazılarının işine gelmemiştir ve Tanrının evreni sadece seyretmeyeceğini onu her zaman denetleyeceğini öne sürenlerin de tepkisini çekmiştir. Adam öldürmenin kötü olduğunu sadece dine dayanarak savunan böyle bir kişinin, Galilei’nin dünyanın döndüğünü savunan düşüncesini kabullenemeyeceği gibi bir çok çevre de, bu yeniliklere karşı koymuştur.) Ancak her şeye rağmen Aquinalı St. Thomas’ın skolastik düşüncesi yok olmaktan kurtulamayacaktır.

Güneşin gelişimi konusunda ciddi bir bilimsel kuram koymaya girişen ilk kişi 1755 yılında çıkardığı kitabıyla Kant olmuştur. Bu yapıtın önemli yönlerinden birincisi maddesel evreni bir bütün, Samanyolu’yla Nebula’yı da bu bütünün birimleri olarak düşünen görüş; ikincisi de uzaydaki hemen hemen anlaşılmaz bir madde dağılmasından doğan aşamalı gelişim fikridir. Bu, birden bire yaratılmışlık düşüncesi yerine evrimi ortaya koyan ilk adımdır.

Yerbilimde bilimsel görüşün değişmesi gökbilimdeki değişmeden farklı olmuştur. Hızlı, karmaşık değişiklerin, eski altı bin yıllık bir dönemin varlığına inanılırken, bilim ilerledikçe değişikliklerin her zaman için uzun bir süreyi gerektirdikleri inancı yerleşmiştir. Bununla birlikte bir çok yerbilimci de söylediklerini geri almak zorunda kalmışlardır. (Bu da tanrıbilimcilerin baskılarının hala dinmemesinin bir sonucudur.)

Tanrıbilimcileri uğraştıran bir diğer sorun da Yeni Dünya’nın bulunması olmuştur. Nuh’un Gemisi hakkında bilinenlerden sonra Ağrı Dağı’ndan çok çok uzakta olan Amerika’da nasıl oluyor da diğer ülkelerde görülmeyen birçok hayvan bulunabiliyordu? Örneğin yerlerinden zor kımıldayan Sloth’lar ( ağaçta yaşayan ve çok az kımıldayan uyuşuk hayvanlar ) nasıl oluyor da hep birlikte Amerika’ya ulaşmış olabiliyorlardı? Peki ya daha sonra Avustralya’da görülen kangurulara ne demeliydi? Hayvanbilim ilerledikçe bulunan iki milyonu aşkın türün her birinden birer çift hayvanın bir gemiye nasıl sığdırılabileceği de akıllarda oluşan sorular arasında yerini almıştır.

İnsanın yaratılışından önce hayvanlar arasındaki etkileşim ve kavgalar sonucu bazı türlerin tükendiğini söyleyen Darwin de tanrıbilimciler için en büyük belalardan birisi olmuştur. Çünkü tanrıbilimciler Tanrının nasıl olup da günahsız yaratıklara böyle acı çektirmiş olabileceğini açıklayamamışlardır. Bu sorulara karşılık olarak da insanın yaratılışına kadar hiç bir hayvanın ölmediğini ya da bazı hayvanların şeytan tarafından ele geçirilmiş olabileceklerini savunmuşlardır. Buna rağmen Darwincilik, tanrıbilime Kopernikçilik’ten geri kalmayan bir tokat olmuştur. Darwin, yalnızca, oluşta ileri sürülen ayrı ayrı yaratma eylemlerinin gerçekliğini, türlerin değişmezliğini çürütmekle; yaşamın başlangıcından beri dinsel görüşe taban tabana karşıt, usa sığmaz bir sürenin geçmiş olduğunu söylemekle; Tanrının iyilikseverliği ile açıklanan, canlıların çevreye uyumunu doğal seçmeye bağlamakla yetinmemiş; hepsinden kötüsü, insanın aşağı hayvan soylarından, maymunlardan, türediğini savunmuştur. Tabii karşıt tepkiler olmuştur ancak ilginçtir ki Darwin’in maymuna benzerliğinden dolayı böyle bir şeye inandığını ileri sürenler dahi olmuştur. Tanrıbilimciler insan ruhunun ölümsüz olduğunu, maymunlardaysa böyle bir özelliğin bulunmadığını; İsa’nın maymunları değil insanları kurtarmak için öldüğünü; ayrıca maymunların sadece içgüdüleriyle hareket edebildiklerini söyleyerek de inançlarını savunmaya çalışmışlardır.

Günümüzde Din, Evrim Teorisi’ne göre kendisine çeki düzen vermiş, yeni yeni düşünceler bile yaratmıştır. “Çağlar içinden akıp gelen, büyüyen bir amaç vardır. Evrim de Tanrının kafasındaki bir düşüncenin çağlar boyunca açılmasıdır”. Ancak yine de insandan önceki hayvanlar arası etkileşimi, kavgayı ve Tanrının neden kısa yoldan amacını gerçekleştirmediğini açıklayamamışlardır. Şu sıralarda ülkemizde de bazı çevrelerce uygulanan Evrim Teorisi’ni çürütme çabaları da bu yüzdendir. Aslında şahsi fikrime göre şu anki bilgimizle kavrayabildiğimiz ölçüde, bu sonuna varılamayan evrenden insanoğlu olarak önemimiz açısından iyimser sonuçlara bağlayabileceğimiz bir felsefe çıkamaz.

Bütün olaylardan sonra tanrıbilimciler savunmanın yanında saldırıya da önem vermeye başlamışlardır. “Uygunsuz” düşüncelere sahip kişiler ilginç nedenlerle ilginç uygulamalara maruz kalmışlardır. Özellikle insan gövdesi ile hastalıkları üzerinde yapılan bilimsel incelemeler bir sürü kör inancın karşısına geçtikleri için, büyük güçlüklerle karşılaşmışlardır. Bir bakıma şimdi de bu güçlükler yok diyemeyiz. Ortaçağ Avrupası’nda bu konuda çok ilginç örnekler oluşmuştur. Örneğin Palermo’daki St. Rosalia’nın kemiklerinin çağlar boyunca bir çok hastalığa iyi geldiği görülmüş; oysa saygısız ( ? ) bir anatomi bilgini, ortaya çıkıp bunların bir keçinin kemikleri olduğunu açığa vuruvermiştir.

St. Francis adında bir Jesuit misyoneri sağlığında arkadaşlarıyla yazıştığı bir çok mektupta bu misyonerlerin dinlerini yayarken hiç bir mucize göstermediklerini açıkça belirtmiş olsa da, ölümünden sonra bir sürü mucizeleri ortaya çıkmaya başlamıştır. Mektupları Japonca’da büyük güçlük çektiğine kanıtken dil öğrenmede büyük bir yetisi olduğu; denizde susayan arkadaşları için deniz suyunu içme suyuna çevirdiği; bir fırtınayı dindirmek için denize bir haç fırlattığı, fırtına dindikten sonra da bir yengecin haçı geri getirdiği söylenmeye başlamıştır. Ancak bunların ilan edilmesi ve bu kişinin ermiş sayılabilmesi için Vatikan yetkililerinin tanıması gerekmiş ve Papa ondaki dil bilme yetisini resmen onaylamıştır. Ayrıca onun kandilleri yağ kullanmadan, kutsal suyla yaktığını işitince de çok duygulanmıştır. İlginçtir, bu Papa, Galilei’nin söylediklerini gerçek dışı bulan VIII. Urban’dır.

1348’de bir salgın değişik yerlerde kör inançların oluşmasına yol açmış, “Tanrının öfkesini” yatıştırmakta Yahudi’leri yok etme yöntemi kullanılmıştır.

Sienalılar katedrallerin büyütülmesine karar vermiş ve bu işle ilgili çalışmalar iyice ilerlemiştir. Ancak veba gelince büyük bir katedral isteyecek kadar kibirli olabildikleri için kendilerine uygulanan bu cezayı hemen yorumlayıp katedrali büyütme işini bırakmışlardır. Bitirilemeyen yapıt pişmanlıklarının bir anıtı olarak bugüne kalmıştır.

Akıl hastalıklarının geçirilmesi konusu tıbbın en geç gelişen dallarından birisi olmuştur. Delilik genellikle cin tutma olarak görülmüş ve ilginç işkenceler, kurtuluş yolu olarak uygulanmıştır.

Büyücülük suçunun yalnız kadınlara mal edilmesi 15.yy.’da başlamış, cadılara sert cezalar uygulamak pek yaygın bir gelenek olarak 17. yy. sonuna kadar sürmüştür (Yalnız Almanya’da 1450 ile 1550 yılları arasında yüz bin cadının öldürülmüş olduğu sanılmaktadır).

Tüm çekilen acılara rağmen Bilim insanların imdadına yetişmiştir. Meteoroloji alanındaki çalışmalar, fırtınaların ortaya çıkışında bastonlu kocakarıların payının pek de olmadığını göstermiştir. Kilise insan vücudunda yok edilemez bir kemiğin varlığına, bu kemiğin bir gün yine dirilecek olan gövdenin özü olduğuna inanırken; gövde yapısının ilk olarak bilimsel incelemesini yapan Vesalius, böyle bir kemiğe hiç rastlamadığını söylemiştir. Vesalius gibilere yapılanlar başlı başına ayrı bir konudur.

İlginçtir, 1847’de uyuşturucunun doğumlarda kullanılmasını salık veren Simpson’a papazlar hemen Tanrının Havva’ya “Çocuklarını acı çekerek doğuracaksın” demiş olduğunu hatırlatmışlardır (Kloroformun etkisi altında nasıl acı çekebilirdi, kadın?). Simpson - buna rağmen - Tanrının, kaburgasını çıkarmadan önce Adem’i derin bir uykuya soktuğunu söyleyerek uyuşturucunun erkeklere verilmesine hiç bir engel bulunmadığını tanıtmayı başarmıştır.

Ruh ile gövde konusunda, diğerlerinden çok, Felsefenin tanrıbilimle etkileşimi önemli ölçüdedir. Bu noktada, o zamanki ve şu an ki bir bölüm insanın düşüncelerini Sokrat’la konuşan zamanın devlet adamlarından birisi “İnan ki Sokrat, bir adam ölüme yaklaştığını az çok kabullenince korkuya kapılır, daha önce hiç umursamadığı şeyleri düşünmeye başlar. O zamana dek, bu dünyada kötülük yapanların öbür dünyada cezalandırılacaklarını anlatan öykülere gülüp geçmiştir; ama ölüm kapıyı çalınca, olur ki o öyküler doğru çıkar diye kaygılanmaya başlar.” diyerek özetlemiştir. Felsefe ve Dinin bu konuda etkileşimin bir çok örnekleri vardır.

18. yy. Fransası’nda önceki öğretiler yerlerini insanın bütünüyle fizik yasalarınca yönetildiğini benimseyen salt maddeciliğe bırakmıştır. Artık bu öğretide istemin yeri yoktur, dolayısıyla günah kavramı da ortadan kalkmıştır. Ruh yoktur, bu yüzden de insan, gövdesinde geçici bir süre için bir araya gelmiş ayrı ayrı atomlardan başka hiç bir şeyin ölümsüz olmadığı herhangi bir varlıktır. Evet bu, materyalist felsefenin ta kendisidir. Bu felsefe, devletler için o kadar tehlikeli olmuştur ki İngiltere yeniden sıkı sıkıya dine, Almanya Kant’tan sonraki idealist felsefeye sarılmıştır. Sonra, romantik dönemle gelen coşkular, duygulanımlar önem kazanmış; insan eylemini matematik ilkelere bağlamaya çalışan, insanı belli açılardan küçük gören bu düşünce hızını ve gücünü kaybetmiştir. Daha sonra, Almanya’nın sarılmış olduğu, özgürlük ve istem konusunda insanı yücelten, Hegelci düşünce, insanların asıl devlet yasalarına uymayı isteyince özgür olabileceklerini söylediğinden, diğer hükümetler tarafından da beğenilmiştir.(sayfa başına dön)

MADALYONUN DİĞER YÜZÜ

Şu ana kadarki bölümde genelde Din’i yanlış yorumlayanların insanlığa yaptığı kötülükleri gördük. Peki ya Bilim ve Felsefe her zaman doğru mu kullanıldı? Kullananlar insan olduğu için tabii ki hayır.

Belki de bazı dinbilimcilerin bazen kibir, bazen korkuyla yaptıkları hatalar sonucu karşı bir tepki gibi güçlenen Bilim, ne yazık ki bazen aynı hatalar yapılırken kullanılmıştır. Bazı bilimadamları kendilerince karşı taraf olarak gördükleri kişilerin hatalarını anlatırken Din’e acımasızca saldırmışlardır. Tarafsızlığı kendilerine ilke edinen bazı filozoflar da kendi fikirlerinin bazen Din’den, bazen Bilim’den çok daha üstün olduğunu söyleyebilecek gücü ve hatta bazen kibir ve küstahlığı kendilerinde bulabilmişlerdir. (sayfa başına dön)

SONUÇ

Evet, tarih boyunca Felsefe, Bilim ve Din’in etkileşiminin hayatımıza neler katıp neler götürdüğünü anlamak sanırım bu çalışmada yer alan örneklerden sonra daha kolaylaşmıştır. Ancak bu örneklerin kaynaklarının da belli bir taraflılık içinde olabileceğini unutmamamız gerekir.

Şahsi fikrime göre bu öğretilerden hiç birisi tek başına insanlığa yeterli ve yararlı olamaz. Çünkü tüm bu öğretilerin birbirini tamamlayıcı ve düzeltici özellikleri vardır. Daha sınav bitmedi ve bizler, belki de doğru şıkkı bulmamızı sağlayacak yanlış şıkları dahi şimdiden yok sayacak kadar lükse; diğerleri olmadan direk olarak doğru şıkkı bulabilecek kadar da bilgiye sahip değiliz.

Geçen bunca zaman boyunca değerler de tabii ki değişmiştir. Eski Avrupa’daki bir anlayışa göre, ki bu çoğunluğun anlayışıydı, başkalarını cehennemden kurtarmak için onlara işkence etmenin doğru bir yol olduğu savunuluyordu. Tanrı’nın dinsizliği hiç bir zaman bağışlamayacağına inanılıyordu. Bugün bu görüşlerden ilkinin varlığı tartışılabilecek seviyede kalmıştır. Ancak ikincisi bazı kişilerce hala kabullenilmektedir. Günümüzde insanların Dine ve Bilime bakış açıları tamamen değişmiş durumdadır. Bilim kullanılarak yaratılan kötü veya iyi amaçlı yeni öğretiler, Bilim adına atılan yanlış adımlar ve hatalarına devam eden sözde bilim adamları nasıl Bilim’e olan güveni ve bakış açısını sarsıyorsa; kutsal kitaplara dayanarak tavşanın geviş getirmediğini yorumlayan, para kazanmak ve nüfuz sağlamak için Din’i kullanan kimi zaman bencil kimi zaman yobaz olabilen kişiler de Din için aynı etkiyi yaratabiliyorlar.

İnsanların isteklerini yapmalarını kolaylaştıran, temele indiğimizde Din’le aynı amacı taşıyan, doğruyu bulmak için çabalayan Bilim’in gereksiz ve hatta zararlı bir öğreti olduğunu söylemek çok güçtür. Bununla beraber Bilim’in de eksiklikleri vardır. Bilim’in insani değerler konusunda söyleyeceği hiç bir şey yoktur. “Sevmek nefret etmekten daha iyidir” ya da iyilik zorbalıktan daha çok istenir” gibi önermeleri tanıtlayamaz. Bilim isteklerimizi anlayabilmemiz için yol gösterir bize ama bir isteğin diğerinden üstün olduğunu söyleyemez. İnsanlara amaçlarını gösteren, onların yaşayışlarını “doğruyu bulmak” amacıyla şekillendiren, onlara yol göstermeye çalışan, ahlakı yönlendiren Din’i kötülemek de çok doğru bir davranış olmayacaktır. İşte bu yüzden bu iki öğretiyi kullanan, onları sömüren insanlar olmadıkça her iki öğreti de varlıklarını sürdürecek ve tabii ki birbirlerini iyi yönde etkileyeceklerdir. Ortaçağ Avrupası’nda olduğu gibi dini yorumlarda aşırıya kaçınılmaz ve insanlar dini konularda özgür bırakılırlarsa nasıl insanların Din’e bakışları iyileşecek, O’na güvenleri artacaksa; bilimsel teknik doğaya ve insana zarar veren sonuçlardan arındırılırsa da aynı sonuçlar Bilim için olacaktır. Önemli olan Din’i ve Bilim’i bir çok şeyde yaptığımız gibi bencilce, çıkarlarımız için değil amaçlarını unutmadan kullanmaktır. Felsefe de bu uğurda üzerine düşen görevi yapmıştır, yapacaktır ve yapmalıdır.

Sonuç olarak hiç bir şeyden tam anlamıyla emin olmadığımıza göre hiç bir seçeneği gözardı etmememiz gerektiği bir gerçektir. Bu yüzden düşüncelerin serbest kalması gerekmektedir. Yeni gerçeklerin bulunması özgürce tartışmalara ve çalışmalara bağlıdır. Yapılacak baskılar her zaman çok büyük güçlükler ve kısır bir insanlık doğuracaktır. Tabii, yeni gerçeklerin çoğu rahat kaçırıcıdır, özellikle de gücü elinde tutanlar için. Bununla beraber yeni bir öğretinin gerçek olup olmayacağı hemen anlaşılamayacağından, yeni gerçeklere tanınan özgürlük, eşit ölçüde de yanılmalara tanınmış bir özgürlüktür. Peki ama yaptığımız herşey bir anlamda kumar olduğuna göre neden özgürlüğe prim tanımayalım?????

sayfa başına dön

Bizimle paylaşmak istediğiniz bir öneriniz veya eleştiriniz varsa
kashoweb@yahoo.com